Karadeniz Ereğli Anadolu Lisesi Mezunlar Derneği

Az evvel Google’da birşeyler ararken tesadüfen buldum: Karadeniz Ereğli Anadolu Lisesi (KEAL) Mezunlar Derneği kurulmuş; hatta vebsitesi bile yapılmış. Derneği kuranların, vebsitesini yapanların ellerine sağlık.

Kdz. Eregli Anadolu Lisesi

1993 mezunları arasında yeraldığım Karadeniz Ereğli Anadolu Lisesi, Erdemir‘i kuran Amerikalıların çocukları için açılmış bir özel okulmuş önce. 1960’ların ortalarında Amerikalılar Ereğli’den ayrılmaya başlayınca şehrin ve fabrikanın önde gelenleri okul boşa gitmesin diye Milli Eğitim Bakanlığı ve Türk Eğitim Derneği ile temasa geçmişler ve Karadeniz Ereğli TED Koleji adı altında okulum 1967-1968 öğretim yılında Türk öğrencilerine eğitim vermeye başlamış. Benim de yedi sene içinde koşturduğum şu anki binaya 1972’de geçilmiş.

1981’de TED okulu Milli Eğitim Bakanlığı’na devretmiş ve okulun adı Karadeniz Ereğli Anadolu Lisesi olmuş. Yeni adı altında ilk mezunlarını 1982 senesinde vermiş. (1986’da Ereğli’de yeni bir TED Koleji açıldı, aklınız karışmasın…)

KEAL

Ben 1986 yılında girdim Anadolu Lisesine. 1993’e kadar yedi sene boyunca kordiorlarında koşturdum. Yedi sene… Az vakit değil. Ben ve benimle aynı yıl okula başlayan 140 kadar arkadaş çocukluktan gençliğe beraber yürüdük. Şimdi hepimiz sadece ülkenin değil, dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdayız. Ereğli Anadolu Lisesi’nin bizim dönemdeki ve bizden önceki dönemlerdeki tüm öğrencileri her zaman çok başarılı oldular. Okulumun bu yüksek başarı düzeyi hiç eksilmeksizin devam ediyor.

Tek eksiğimiz mezunlarımızı bir araya getirecek, iletişimlerini sağlayacak bir oluşumun eksikliği idi. Kurulan dernek bu ihtiyacı giderecektir eminim ki. En kısa sürede derneğe üye olacağım ben. Eğer Ereğli Anadolu Lisesi mezunuysanız, hatta mezunu olmasanız bile Lise’de en az bir yıl okuduysanız siz de üye olun; derneği destekleyin lütfen.

Ertuğrul Akçaoğlu

* * *

Karadeniz Ereğli Anadolu Lisesi vebsitesine bakmak isterseniz buraya tıklayınız.
Karadeniz Ereğli Anadolu Lisesi Mezunlar Derneği vebsitesine bakmak isterseniz buraya tıklayınız.

29 Ekim 05

İki ayrı konuda birşeyler yazasım geldi içimden bu gece. Çabuk çabuk yazmam lazım ama. İki konuya yetmez vaktim. İlkini yazayım hatta sadece, ikincisinin vakti gelir elbet…

Konu 29 Ekim, yani bugün. Bir kaç gündür bekliyordum bugünü. Arkadaşlarımla sözleşmiştik; buradaki Türk öğrenci derneğinin düzenlediği Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna katılacaktık.

Okumaya devam et

Beyaz

Bir iki aydır saç, bir kaç gündür de sakal traşı olmamıştım. Kötü buranın berberleri; saç traşını aksatışım ondan. Sakal traşını ise tembellikten ihmal ettim doğrusu.

Dört gün önce gittim berbere. Adam makasını dolaştırdıkça başımın etrafında saç topakları omzumdan aşağı doğru yuvarlanıp durdular. Yerçekimini keşfetmesi için Newton’un elma ağacının altına uzanması şart değilmiş aslında; berbere gitse de olurmuş. Siyahtı çoğu saçların, daha doğuru koyu kahve, ama benim gözüm beyazlara takıldı. Epeyceydiler.

Okumaya devam et

38.7 Yılım Kalmış

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), bu yilki İnsani Gelişmişlik Endeksi’ni yayınlamış. Ben bu endeksi görmüş değilim. Sadece gazetede haberini okudum bugün, o kadar. Zaten endeksin adı da pek bir şey ifade etmiyor bana.

Neyse, sadede geleyim: Bu yılki rapora göre Türkiye’de ortalama ömür beklentisi 68.7 yılmış. Demek ki, benim 38.7 yılım kalmış. ‘Yaş otuz beş, yolun yarısı eder’ derken pek de yanılmıyormuş desenize Cahit Sıtkı Tarancı.

Kaç yaşındaydım acaba, otuz beş yaş şiirini okuduğumda? Siyah beyaz bir resmi vardı şairin kitabın arka kapağında. Ve bir kaç satır: Genç yaşta hayat veda etti, diyordu şair için kitabı derleyen. Ölümü düşünmüştüm o gün; on iki – on üç yaşlarında…

Bugün televizyon kanallarında ana haber New Orleans’da ölen binlerdi. Hiç ceset göstermediler. Oysa filimlerde bol bol adam öldürülmesini izleriz sanki en doğal şemiş gibi, hiç yadırgamadan. ABD’nin Anayasa Mahkemesi’nin baş yargıcı da öldü önceki gün. Adı, William H. Rehnquist idi. Seksen yaşındaymış hayata veda ettiğinde.

Türk gazetelerinde Akçakoca’da vurulan ‘doğulu’ vatandaşımızın PKK eylemine dönüşen cenazesi ile cenazesine yirmi bin kişinin katıldığı şehit askerimiz haberdi bugün. Bazı gazeteler tam kırk sene önce, 6-7 Eylül’de öldürülen, tecavüz edilen, evleri – işyerleri yağmalanan ‘azınlık’ vatandaşlarımızı haber yapıyorlardı bir kaç gündür. Bir grup o olaylarla ilgili açılan sergiyi basmış dün; bugün serbest bırakılmışlar. 6-7 Eylül’ü yapanlar da delil yetersizliğinden serbest bırakılmamışlar mıydı zaten?

Amerika şaşkın. Türkiye gergin. Tik tak, tik tak, geçiyor zaman. Dün ve bugün ne de birbirine benziyor. Ölüm, şiddet, zarar, ziyan…

Ne televizyonda, ne de gazetelerde hiç bir doğum ve düğün haberi görmedim bugün. Kimse doğmadı mı, evlenmedi mi? Açılışı yapılmadı mı yeni bir fabrikanın? Neden mutlu şeylerden yeterince bahsetmez insanoğlu?

Eşimin ve çocuğumun resmine baktım. Sevindim bir an. Ne mutlu bana. Sonra üzüldüm, özlem sardı içimi. Onlar uzaklarda şimdi. Aslında uzaklarda olan benim. Hasret buymuş demek.

Canım sıkkın. Umrumda değil ölüm. Daha 38.7 yılım var ne de olsa; düşünürüz onu bol bol sonra. Cahit Sıtkı düşünmüş de ne olmuş ölümü gencecik yaşta…

Benim aklım dersimde. Tunceli’den bahsetmiyorum; okulumda, tezimde aklım. Bir de ay başını nasıl getireceğimde.

Dido diye bir kız, White Flag adında bir şarlkı söylüyor radyoda şu an. Sözlerine dikkat etmiyorum şarkının. Müziği beni alıp uzaklara götürmeye yetiyor…

Ertuğrul Akçaoğlu

New Orleans Trajedisi ve İstanbul

Bir haftadır TV karşısında oturmuş New Orleans ve çevresinde yaşanmakta olan dramı seyrediyorum. İçim gidiyor ve elimden hiçbirşey gelmiyor. Ne New Orleans’a gidecek durumum ne de kurtulanlara yardım edebilecek imkanım var. TV seyrediyorum, tek yaptığım bu. Binlerce insan su altında kalmış koca bir şehirden kaçmaya çalışıyorlar. Gidecek yerleri yok. Evleri yok. Açlar. Susuzlar. Ölüyorlar. Canlı yayında. Şimdi.

Bundan bir kaç yıl önce gitmiştim New Orleans’a. Çoğunluğu zenci olan bu şehir rengarenk bir gece hayatına sahipti. Jazz’ın doğduğu yer burası ne de olsa. French Quarters denen tarihi bölgesi şehrin turist ve eğlence merkezi. Ben doğrusu o kadar da beğenmemiştim French Quarters’ı. Tulane Üniversitesi’ne giden yol, yol üstündeki tramvaylar, üniversitenin kampüsü, kampüsün karşısındaki park daha çok ilgimi çekmişti.

New Orleans gezimde yolum bir gölün kenarından geçmişti. Gölün suları yol seviyesinin üzerindeydi ve bir kalın beton duvar ile çevrelenmişti. Açıkcası bir baraj gölü sanmıştım yanından geçtiğim su birikintisini ben. Geçen hafta öğrendim ki o gün yanından geçtiğim bir göl değil Meksika Körfezi’nin ta kendisiymiş. New Orleans şehrinin epeyce bir kısmı deniz seviyesinin altındaymış ve o gördüğüm setler koruyormuş şehri bir su baskınından.

Bir hafta önce Katrina adı verilen kasırga Louisiana– Mississippi çevresini yerlebir etti. Katrina dört şiddetinde bir kasırgaydı. Kasırga yaklaşırken özellikle New Orleans’ın boşaltılması istendi. Çünkü şehri su baskınından koruyan setler sadece üç şiddetinde bir kasırgaya dayanacak sağlamlıkta inşa edilmişlerdi. Amerika’nın güneyinde dört – beş şiddetinde kasırgalar yaygın olmasına ve bu kasırgalardan birinin günün birinde New Orleans’ı vurmasının olası olmasına rağmen, sadece üç şiddetine dayanıklı bir setler inşa edlimişti. Neden mi? Ne bileyim. Belki maliyeti çok pahallı diye gözüktü setleri inşa edenlere; belki de şu anda yaşanmakta olan felaketi öngöremediler eski yöneticiler bilimadamlarının uyarılarına rağmen. Şimdi New Orleans’ı yeniden inşa etmek kaça patlayacak acaba? Kaybedilen canların bedeli nedir?

Katrina New Orleans’a yaklaşırken arabası olan, otobüslere doluşabilen herkes kaçtı, gitti. Fakirler, kimsesi olmayan yaşlılar, hastalar, doktorlar, polisler ve yaklaşan felaketi idrak edemeyenler kaldı geride. Kaçan yüzbinlere rağmen, o veya bu sebeple, onbinlerce insan şehri ya terk edemedi ya da etmedi.

Katrina New Orleans’ı vurmadı; yakınından geçti gitti ama ona rağmen geride sular altında koca bir şehir bıraktı. Şehri Meksika Körfezi’nden ayıran setlerin bazıları kasırgaya dayanamayıp yıkıldı. Sular altında binlerce ölü, evlerin çatılarında mahsur kamış, kurtarılmayı bekleyen onbinlerce insan kaldı.

Belli ki kimse hazırlıklı değildi bu ölçekte bir felakete. Kasırga öncesi herkes Amerikan afet örgütü FEMA’nın hızlı bir şekilde yardım ulaştıracağını zannediyordu. Görünen o ki FEMA’nın imkanları yetmedi hızlı bir şekilde New Orleans’a müdahale etmeye. Neredeyse tam bir hafta yardım ulaşamadı New Orleans’a. İnsanlar açlık ve susuzluktan ölmeye başladılar. İnsanlar dükkanları yağmalamaya, birbirlerini vurmaya başladılar. Şehri basan Körfez’in suları her geçen gün biraz daha yükseliyordu.

Amerika’daki binlerce insan gibi ben de TV’den seyrediyordum dramı. Ne zaman ki TV kanalları helikopterleriyle şehre ulaşıp kimseye yardım ulaşmadığı görüntülemeye başladılar, o zaman halkın ve yöneticilerin akılları başlarına gelmeye başladı. Bir hafta geç! Askerler bölgeye gönderildi, kurtarma operasyonları birden hızlandı. Bağış kampanyaları birden hızlandı. TV karşısındaki miyonlar ve çatı tepelerinde bir haftadır aç susuz bekleyenler soruyordu: Bir haftadır neredeydiniz?

İnsanın bazen soğuk bir duş alması gerekiyor uyanabilmek için. Katrina, Amerika’nın soğuk duşu oldu belli ki. Açıkcası geçen yıllarda benim yaşadığım kasabanın yakınlarından da kasırga geçtiği olmuştu üç dört kez. Bugüne kadar hiç idrak edememiştim ne kadar büyük bir tehlike atlattığımı. Evim beni korur, en kötü ihtimal bir sığınağa gider bir kaç gün orada idare ederim diye düşünmüştüm. Akıl danıştığım görevliler bana öyle demişlerdi çünkü. Aynen New Orleans’daki Superdome denen spor salonunda bir haftadır aç ve susuz halde mahsur kalan onbinlerce insan gibi. Onlar kaçmamışlardı şehirden; sığınağa çevrilmiş spor salonuna sığınmışlardı. Canlarını Katrina’dan kurtarmışlardı ama yardım gelmeden geçen bir haftada kimbilir kaçı ölmüştü açlık ve hastalıktan.

Geçen yıllarda bir kaç deprem de yaşamıştım ben. İlki Romaya’da olan bir depremdi. Deprem dalgaları deniz altında gelmiş Karadeniz Ereğli’yi sallamıştı. Bizim evimiz sağlam bir ev değildi. Yıkılmamıştı ama çok sallanmıştı. Evden çıkamamıştık zamanında. Çok korkmuştum.

Sonra bir kez İstanbul’da, bir kez de Ankara’da hissetmiştim depremi. Kasırgadan kaçılabiliyor ama depremden kaçılmıyor ki. Şanslıydım ben; deprem başka yerdeydi benim olduğum şehirde değil. Ben sadece başka yerlede olan depremi hissetmiştim herseferinde. Sonra TV’den izlemiştim ölenleri ve geriye kalan acıları.

Düzce’ye gtmiştim bir seferinde depremzedelere yardım etmeye. Yerle bir olmuş bir şehir görmüştüm. Bolu Dağı bıçakla ortadan kesilmiş gibiydi. Ne de çabuk unuttuk o günleri!

New Orleans’da olanlar, kendi ülkemde olacakları hatırlattı bana. İstanbul’u hatırlattı. Bilimadamları söylüyorlar, yakında bir deprem İstanbul’u yerlebir edecek, diye. Ne zaman? Ne bileyim. Bildiğim bir şey var ama: Zaman her geçen gün azalıyor.

Biz ne yapıyoruz İstanbul depremine hazırlanmak için? Evlerimiz, iş yerlerimiz sağlam mı yeterince? Deniz kıyısındaki semtler sular altında kalacak mı? Elektrik olmayınca günlerce, hatta haftalarca, hastanelerimiz hizmet vermeye devam edebilecek mi? Yeterince ilaç, yiyecek ve içecek stokumuz var mı? Yeterince bebek bezimiz var mı? Güvenliği kim sağlayacak? Polis mi, yoksa asker mi? Yazın olusa deprem, sıcaktan; kışın olursa, soğuktan nasıl koruyacağız kurtulanları. Ölülerimizi ne yapacağız? Nereye gömeceğiz? Kimliklerini nasıl belirleyeceğiz?

Afet örgütümüz İstanbul gibi koca bir kentteki kurtarma faaliyetleri koordine edebilecek yeterlilikte mi gerçekten?

New Orleans’da kasırganın geleceğini bilen ve kaçabilen herkes kaçtı. Ona rağmen akıl almaz bir dram yaşanmakta. Biz depremden kaçamayacağımıza göre, yer yüzünün en büyük trajedisini önlemek için ne yapıyoruz? İstanbul yerlebir olunca kime hesap soracağız? Bir iki üçkağıtçı müteahhite mi? Devletin olmayan imkanlarıyla İstanbul’u depreme hazırlamak için yapılması gerekenleri yeterince yapmayan, yapamayan yöneticileri mı? İstanbul’u yeniden inşa edebilecek miyiz?

Hepimizin iyi bir soğuk duşa ihtiyacı var.

İki seçenek var önümüzde: Ya dünyanın en güçlü, en zengin ülkesinde yaşanmakta olan dıramı izlerken uyanacağız. İmkanları yoktan var edip, İstanbul’u kaçınılmaz depreme hazır edeceğiz. Ya da o gün geldiğinde İstanbulda olmamak için dua edeceğiz. Başka bir seçenek gelmiyor benim aklıma.

Ertuğrul Akçaoğlu